Çatışma çözümleri konusunda dünyaca tanınmış Norveçli bilim insanı Johan Galtung’un “Çatışmaları Aşarak Dönüştürmek” adlı kitabının 226. sahifesinde bir paragraf var. İsterseniz onunla başlayalım yazımıza:
Bilinen elementleri farklı bir biçimde bir araya getirin. Silahlı çatışma durumlarında taraflardan önce ateşkes yapmalarını (1), sonra müzakerelerde bulunmalarını (2) ve son olarak da bu durumu nasıl çözebilecekleri hakkında bir vizyon oluşturmalarını istemenin (3), hatta talep etmenin hiçbir yanlış tarafı yoktur.
Ama sorun bu üç elementin yukarıdaki sırayla ele alınmasındadır. Çünkü tam tersini yapmak için yeterince sebep mevcuttur. Önce vizyon oluşturmak (1), sonra dişe diş müzakerelerde bulunmak (2) ve en son olarak da bir ateşkes gerçekleştirmek (3) daha uygundur. Bu sayede silahlar terk veya yok edilir. Ama en iyisi bu üçünü eş zamanlı olarak yapmaktır. (Sıra numaralarını ben ekledim H.Ö).
Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünü hemen herkes istiyor. Ama bu herkes içinde sayamayacağımız gruplar yok da değil.
Çünkü Galtung’un teorisinden yürüyecek olursak, teşhis, tahmin ve tedavi konularında özellikle ırkçı/milliyetçi kesimle ve devlet ideolojisi doğrultusunda hala Kürtlerin varlığını, dilini, kültürünü ve ulusalüstü insan hakları belgelerine göre sahip olmaları gereken hak ve özgürlükleri ret ve inkar aleminde yaşayanlar var.
Ancak yine de ülkenin makul çoğunluğu tarafından -Akil İnsanlar Heyeti çalışmalarının da gösterdiği gibi- bu sorunun sulh içinde çözümü isteniyor.
Hendek ve barikatlar müzakere süreci açısından sembol/simge olma özelliği kazandı. İnsan hakları hukuku bakımından devlet, kamu düzeni ve güvenliği noktasında bunları gerektiğinde orantılı güç kullanarak kaldırma yetkisine sahip.
Ama bunları aşırı ve keyfi güç kullanarak dağıtma yoluna gittiği ve o arada hendek bahanesi ile keyfi operasyonlar yaptığı, yargısız infazlarda bulunduğu, özellikle sivillere yönelik öldürücü ağır silahlar kullandığı, sokağa çıkma yasaklarıyla pek çok hak konusunda (yaşam, sağlık, eğitim, barınma, beslenme hakları başta olmak üzere) ihlalde bulunduğu görülüyor. Tanklar, toplar artık şehrin sokaklarındadır.
İnsancıl hukuk, savaş hukuku ya da silahlı çatışma hukuku penceresinden bakıldığında ise hendek ve barikat oluşturanların insancıl hukukça yasaklanmış bir eylemde bulundukları söylenemez.
Hendek bir savunma aracı, kimyasal ya da biyolojik silah değil. Yine aynı şekilde bu hukuk kavramı çerçevesinde kamu düzeni kamu güvenliği tartışması yapılamaz. Ancak silahlı çatışma hukukunun yasakladığı eylemler bakımından değerlendirme yapılabilir.
Bu yasaklamalar ise, 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nin (dört adet sözleşme setidir), dördünün de ortak 3. maddesinde yazılıdır. Keyfi öldürme, işkence, rehine almalar, herhangi bir şekilde harp dışı kalmış olanların öldürülmeleri yasaktır.
Ayrıca 1977 tarihli Cenevre sözleşmelerine ek 2 numaralı Protokolde de yasak eylemler ayrıntılı bir biçimde yer alır (Bkz. İnsancıl Hukuka Giriş, ihd.org.tr).
Bu noktada TSK sürekli olarak kaç hendek ve barikatın kaldırıldığına dair ve kaç “teröristin etkisiz hale getirildiğine” dair açıklamalarda bulunuyor. En son 74 hendekten bahsediliyordu. Etkisiz hale getirilenlerin sayısı ise 400’lerdeydi.
Sadece Cizre’de 320 insan öldürülmüş.
Soru şu: Açıklamalarda yer alan “etkisiz hale getirilen” insanlar kimlerdi ve nasıl öldüler, etkisiz hale getirildiler? İnsan hakları örgütleri en az 170 sivil insanın ki 29’u çocuktur, öldürüldüğünü söylüyor.
Devletten bahsediyoruz. Hukuka bağlı olması gereken bir güçten bahsediyoruz. Çatışma konusuna girmemin nedeni şudur: Biz yurttaşlar bilmiyoruz hangi şehirlerde, kaç hendek ve barikat olduğunu. Sadece tahminde bulunabiliriz.